Raskolnikov ismini daha önce pek çoğumuz duymuşuzdur. En basit edebi muhabbetlerde bile karşılaşmak mümkündür onunla. Peki kimdir bu Raskolnikov? Sadece ‘Suç ve Ceza’ adında 600 küsür sayfa olan sıkıcı bir Rus kitabının baş karakteri mi yoksa Dostoyevski’nin kendi geçmişini izlediği bir ayna mı? Sırf yoksul olduğu için tefeci bir kadını öldüren basit bir katil mi yoksa yazarının iç çatışmalarının bir tezahürü mü? Benim fikrimce Dostoyevski, diğer romanlarıyla benzer şekilde Suç ve Ceza’da da sürekli çatıştığı, rüyalarında ona dokunacağı bir karakter olarak yaratmış Raskolnikov’u. Bu çatışmaları ‘Ecinniler’ kitabında Nikolay, ‘Karamazov Kardeşler’de İvan karakteri üzerinden görebiliriz. Ama neyse onlardan başka yazılarımızda bahsederiz.
Raskolnikov’u üniversiteyi yoksulluktan dolayı yarım bırakmış, 23 yaşında, bazı radikal fikirlere sahip bir genç olarak tanıyoruz kitabın en başında. Karakterimizin kız kardeşi ailesini bu ekonomik bunalımdan kurtarmak için istemediği bir adamla evlenme girişiminde bulunuyor. Raskolnikov asla böyle bir şeyi kabullenemiyor. Peki neden? Kız kardeşini çok sevdiği için mi yoksa kendisinin idealizmine karşı gördüğü için mi? ‘Napolyon’ olmak istiyor Raskolnikov. İdealleri uğruna önündeki her şeyi acımadan, üzülmeden yok edebileceğini daha doğrusu etmesi gerektiğini düşünüyor. Bu noktada Dostoyevski’nin gençliğinde birtakım radikal toplantılara katıldığını, devlet aleyhinde komplolar kurduğu gerekçesiyle idam cezasına çarptırıldığını ama tam idam edileceği anda Çar tarafından bağışlanıp Sibirya’ya sürgüne yollandığını belirtmem gerekir sanırım. Neyse konumuza dönelim.
Bu koşullar altında karakterimiz tefecilik yapan ‘iğrenç bir kadını’ toplumdaki eşitsizliğe bir başkaldırı niyetiyle öldürüyor. Zaten parayı da cinayet aleti olan baltayla beraber bir kayanın altına saklıyor. Ama gelin görün ki o anda yakalanmamak için engelli ve masum bir kadının da canına kıyıyor. Zaten hastalıklı bir ruh hali içine giriyor cinayetten sonra da. Tam anlamıyla bir buhran havası içerisinde, hayaller görüyor, sayıklıyor. Yüreği Napolyon olmaya dayanamıyor tabir yerindeyse. Yine burada Dostoyevski’nin hayatına atıfta bulunmadan geçemeyeceğim. Yazarımız da alkolik ve çocukluğunda ona karşı son derece sert babasının ölümüyle beraber epilepsi nöbetleri geçirmeye başlıyor. Sebebi ise babasının ölümünü istediğini düşünmesi. Bence Dostoyevski de kafasında babasını bir baltayla öldürmüş ve sonrasında bu düşünceye dayanamıyor. Tıpkı karakterimiz gibi…
Kitabın devamında Raskolnikov’u sürekli sanrılar ve ikilemler içerisinde görüyoruz. Bazen çok neşeli oluyor bazen de soğuk ve karamsar. Rüyalar görüyor bu süreçte. Ve benim kitaptan en çok etkilendiğim kısım da burası. Bir rüyasında henüz çocukken barın önünde sarhoş bir kalabalığın bir kısrağı döverek öldürdüğünü görüyor. Açıkça söylemek gerekirse o rüyayı okurken gözlerimden birkaç damla yaş kitabın sayfalarına düşmedi dersem yalan söylemiş olurum. Bu rüyalarla birlikte romanın başında tanıştığımız Marmeladov’un kızı Sonya’yı görüyoruz sıklıkla. Sonya ailesinin çok yoksul olmasında dolayı fuhuşa sürüklenmiş genç bir kadın. Karakterimiz işlediği cinayetleri ilk olarak Sonya’ya itiraf ediyor. Sonya, Raskolnikov’u destekliyor ve adeta ona ahlaki bir güç ve iyileşme kaynağı oluyor. Eğer Sonya Raskolnikov’a daha farklı yaklaşsaydı bu kitabın daha hüzünlü bitmesini bekleyebilirdik ama kitabın sonunda karakterimiz suçunu polislere itiraf ediyor ve Sibirya’ya sürgüne yollanıyor ve Sonya’da onunla birlikte Sibirya’ya gidiyor. Kitabın sonunda Raskolnikov’u radikal fikirlerinde arınmış, yeniden doğmuş olarak görüyoruz. Dostoyevski’nin de Sibirya’dan döndükten sonraki fikir hayatını incelediğimizde bunun gibi bir değişimi görmek mümkün. Kısacası Dostoyevski Suç ve Ceza’da kendi ikilemlerinden ve çelişkilerinde epeyce bahsetmiş. Ben Dostoyevski’nin kendi geçmişine bir yolculuk yapmak istediği için Raskolnikov’u yarattığını düşünüyorum. Belki öyledir belki de değildir.