Uzun yıllar boyunca Batı ülkeleri başta olmak üzere diğer toplumlarla neredeyse hiç etkileşime girmeyen Japonya, yetkileri arttırılmış askeri yerel yöneticiler olarak tanımlanabilecek şogunlar tarafından yönetilmekteydi. 1659’da şogun liderler önderliğinde başlatılan dış dünyadan tamamen soyutlanma politikası, 19. yüzyılın ortalarında dışarıdan gelen kuvvetler aracılığı ile son bulacaktı. Şogunların yüzyıllar boyunca dayattığı bu dış dünyadan soyutlayıcı politika, Japon İmparatorluğu’nun Batı ülkelerine yetişmesi için kısıtlı bir sürede büyük bir sınav vermesine sebep oldu. Meiji Restorasyonu olarak adlandırdığımız bu değişim ve gelişim dönemini incelemeden önce Meiji öncesi Japonya’ya bir göz atmamız yerinde olacaktır.
1603 yılından beri iktidarda olan Tokugawa Şogunluğu, diğer toplumlar ile olan az sayıda temasını da 1659’dan itibaren neredeyse tamamen koparmıştır. Buna sebep olan etkenler arasında Hristiyanlığın Batılı misyonerler aracılığı ile Japonya’da hızla yayılmasını ilk etken olarak sayabiliriz. Batı’dan ilk misyonerin 1549’da gelmesine karşın gayet kısa bir sürede yani 1600 yılı itibariyle Japonya’daki Hristiyan nüfusunun 300.000 dolaylarında olması yöneticilerin gözünü korkutmuştu elbette. Tokugawa Şogunluğu buna önlem olarak 1639’da Hristiyanlığı yasa dışı ilan etti. 1542’de ticaret amaçlı gelen Portekizlilerin tüfekleriyle ördek avlaması, Japonları her ne kadar hayrete düşürse de bu olayı samuray sınıfının selameti adına kendi kabuklarına çekilmeleri için bir başka neden olarak kabul ettiler. Japonya’nın birkaç istisna ticari faaliyet dışında tamamen yalıtılmış olduğunu söylemek mümkündü.
Japonların kendilerini soyutlama politikasına rağmen birkaç ülkeyle sınırlı ticareti mevcuttu. Mesela Hollanda ile yapılan sınırlı ticaret, Batı’yı iğne deliğinden bile olsa gözlemleme fırsatı verdi. Bunun yanında Çin ve Kore ile yapılan ufak bir ticaret hacmi de vardı. Öyle ki şogunlar Kore ile yapılan ticareti halka Kore’nin Japonya’ya vergi ödediği şeklinde yansıtıyordu. Halihazırda Japonların yurt dışına çıkmaları yasaktı ve Japon ana karası hiç işgale uğramamıştı (1945-1952 müttefiklerin ikinci dünya savaşı sonrasındaki denetimi saymazsak). Sonuç olarak Japon halkının baştakiler ne anlatırsa ona inanmasından daha olağan bir durum yoktu. Ama bu izole vaziyetin daha fazla devam etmesi mümkün görünmüyordu.
Kabuğun içeriden kırılacağı yoktu, dolayısıyla dışarıdan bir kuvvet gerekiyordu. 1839-1842 yılları arasında Britanya’nın Çin’e savaş açması ve ipek ticareti için Çin’den 5 limanı ticarete açtırmasının sonrasında Fransa, Almanya ve Rusya gibi diğer devletlerin de Çin’den benzer imtiyazlar koparması, Japon liderlerin gözlerini açmaları için yeterli gelmedi. Lakin sıranın Japonya’ya geldiği gün gibi aşikardı. 1853 yılında ABD donanmasına mensup Amiral Perry, dört gemiden oluşan filosuyla Tokyo Körfezi’ne demir attı. Başkan Fillmore tarafından hazırlanan talimatları verdi ve yanıt için ertesi yıl tekrar geleceğini söyledi.
Japonya istenen ticari imtiyazlar karşısında uyumlu davranmaya çalıştı çünkü karşı koyacak gücü yoktu. Karşı koyacak olsa bile bu gücü kazanmak için zamana ihtiyacı vardı. Sadece iki limanın ticarete açılmasıyla orta yolu bulan Japonya, bunun böyle kalmayacağını, diğer Batılı devletlerin de peşi sıra ticari imtiyaz elde etmek için kapıyı çalacaklarını biliyordu. Öyle de oldu. Britanya, Fransa, Hollanda ve Rusya gibi devletlerle benzer ticari anlaşmaların imzalanması fazla sürmedi. Tek taraflı antlaşmalarla haksız dayatmalara uğrayan Japonya’nın bu antlaşmaları yırtıp atmak için en az o devletler ölçüsünde güçlenmesi ve modernleşmesi gerekiyordu. Yani değişim kaçınılmazdı.
Amiral Perry’nin ziyareti sonrası başlayan değişim döneminin iki merkezi Satsuma ile Choshu bölgeleriydi. Bu iki merkez Batılı güçlerin donanmalarıyla birkaç kez çatışmaya girse de çabalar anlamsızdı. Samurayların Şişi Harekâtı adı altında adada bulunan yabancıları öldürmesi ise bir başka neticesiz girişimdi. Değişim kansız, yavaş ve emin adımlarla olmalıydı. 3 Ocak 1868’de Satsuma ve Choshu liderleri imparatorluğun desteğini alıp imparatora hükumeti geri iade etti. Bu tarihten önce imparator Japonya için sadece bir sembolden ibaretti. 1868’de yaşanan iktidar değişikliği Japonya’nın sadece askeri olarak değil siyasal, sosyal, idari ve ekonomik olarak da değişmesini sağlayacaktı.
Meiji Restorasyonu olarak bilinen bu dönemde Batı’dan tek bir örnek seçilip taklit edilmedi. Her bir alan için Japonya’ya en uygun ülke modeli araştırıldı ve Japon geleneklerince uygulandı. Kendine başarılı bir yol haritası çizen Japonya; kara ordusu için Almanya’yı, donanması için ise Britanya’yı model aldı.1873’te üç yıl zorunlu askerlik getirilirken samuraylar önce kısıtlandı sonra ise tamamen kaldırıldı. Kısa sürede kara ve deniz ordusunu örnek aldığı gibi modernleştiren Japonya, 1920’lerde dünyanın en büyük orduları sıralamasında 3. sırada yer alıyordu.
1869’da başkent, Edo’dan Tokyo’ya taşındı. 1871’de daimyolar(güçlü feodal beyler) valilere çevrildi. Böylece uzun yıllar Japon topraklarında süregelmiş olan feodalizm son buldu.
Merkeziyetçiliği arttırmak maksadıyla 1872 yılında ulusal posta sistemi, ilk demiryolu hattı ve telgraf hattı oluşturuldu. Daimyolar tarafından keyfi toplanan haraçlar, %3’lük bir toprak vergisi olarak düzenlendi. 1873 yılında ilk ulusal banka kuruldu. Ekonomik reformlar öylesine yerindeydi ki, 1878-1882 yılları arasında 30 milyon olan ihracat, 1913-1917 yılları arasında 932 milyona kadar çıkmıştı.
Eğitim için de sırasıyla Fransız, Alman ve en sonunda da Amerikan modeli benimsendi. 1872 yılında zorunlu ilkokullar, 1877’de ilk üniversite, 1881’de ortaokullar, 1886 yılında ise liseler açıldı. Eğitim sistemi içerisinde uzun yıllar Şinto dini, Konfüçyüs felsefesi ve imparatorun yaşayan bir tanrı olduğu propagandası yapıldı. Japonya bu dönem Batı’dan aldığı her türlü yeniliğin zaten kültürlerinde var olduğunu sadece unutulduğu vurgusunu yapıyordu. Görüldüğü gibi amaç tamamen Batılılaşmak değil, dışarıdan alınan sistemlerin ve uygulamaların Japon koşullarına uydurulmasıydı.
Tokugawa Japonyası’nın aksine Meiji Japonyası denizaşırı seferlere meraklıydı. 1869’da Ainu’ların yaşadığı Hokkaido Adası ilhak edildi. 1879’da Japonya’nın güneyinde bulunan Ryukyu Adaları işgal edildi. 1894-1895 yıllarında ise Tayvan alındı. Görüldüğü gibi denizaşırı genişlemesine yutabileceği lokmalarla başlayan Japonya, zamanla hedeflerini büyütecekti. 1905’te Kore’de bir protektora(himaye) kurdu, 1910 yılında tamamen işgal etti. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan kargaşadan yararlanmayı bilen Japonya, Almanya’nın Çin ve Mikronezya kolonilerini ele geçirdi. 1915 yılında Çin’i vassal bir devlete dönüştürecek olan talepler sundu, çoğu da kabul edildi. 1902 yılında Britanya ile ittifak kuran Japonya’nın bu konularda kimi örnek aldığını tahmin etmek pek de zor değildi.
Japonya denizaşırı genişlemelerine 1931’de Mançurya’yı işgal ederek devam etti. Yapılan haksız genişleme ve ilhaklardan rahatsız olan Milletler Cemiyeti, soruşturma başlattıysa da Japonya cemiyetten ayrılarak söylenenlere adeta kulak tıkadı. 1937 yılında ise Çin’e karşı büyük bir saldırı harekâtı başlattı. Nanking, Şangay ve Pekin’de şiddetli çatışmalar ve sivil katliamlar yaşandı. 1939 yılında ise Sovyet destekli Moğolistan ile yaşanan savaşta mağlup olan Japonya, 1941 yılında Sovyetler ile bir tarafsızlık antlaşması imzaladı ve yönünü tekrardan güneye çevirdi. Japonya’nın Guandong Ordusu, Çin’de aman vermiyordu ama direniş de aynı ölçüde kuvvetliydi. Öyle ki ilerleyen yıllarda Japonya’nın yutamayacağı bir lokmayı ısırdığı anlaşılacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Mihver Devletler ile beraber Müttefik Devletler’e karşı savaşa giren Japonya, 1941 yılında Çinhindi’yi işgal etti. 1941 yılının aralık ayında ise meşhur Pearl Harbor baskınında ABD’nin 6 gemisini batırmayı ve 188 uçağını tahrip etmeyi başardı. ABD’nin Hawaii’de bulunan önemli bir askeri üssüne yönelik gerçekleştirilen bu saldırıda asıl önemli hedefler arasında bulunan uçak gemileri, o sırada limanda değildi. Saldırganlığının bir sınırı olmayan Japonya’nın sonraki hedefleri Singapur ve Malaya oldu. İngiliz, Hint ve Avustralyalı kuvvetler; bu bölgede yapılan çatışmalarda önemli miktarda zayiat verdi. 1942 yılında Filipinler işgal edildi ve buradaki Amerikan garnizonunun ancak çok küçük bir kısmı kaçabildi. Aynı yıl içerisinde Burma bölgesi ele geçirildi ve Britanya orduları Hindistan’a çekildi.
Savaşı devam ettirmek için elzem bir kaynak olan petrolün kıtlığı Japonya’yı yeni saha arayışlarına itti. Bu doğrultuda Sumatra ve Batı Cava başta olmak üzere günümüz Endonezya’sını işgal etti. Bir yandan da Bengal Körfezi’nde Britanya’nın ticaret gemilerine musallat olan Japonya’nın etki alanı muazzam bir genişliğe ulaşmıştı. Bu genişleme fazla uzun sürmeyecekti çünkü ABD, Japonya’nın sindiremeyeceği kadar büyük bir lokmaydı ve alınan topraklar aynı hızda hatta belki de daha hızlı bir şekilde Müttefiklere iade edilecekti. Sonun başlangıcını kesin olarak göstermek ne kadar zor olsa da Midway Muharebesi bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.
Tarihe Doolittle Baskını olarak geçen ABD’nin Tokyo’yu bombardımana tutması olayı, Japonya’nın misilleme yapmasına yol açtı. Midway Adası’na yönelik Japonya’nın başlattığı deniz muharebesinde ABD donanması üstün geldi. Birçok zaman olduğu gibi ABD, Japonya’nın şifrelerini kırıp harekât planını ele geçirmişti. Bu tarihten itibaren Japonya her yerden çekilmeye başlayacaktı. Öyle ki 1943 yılında Papau’da şiddetli çatışmalar yaşandı ve Japonya çekilmeye başladı. Taarruz sırası ABD’ye geçmişti. Orta Pasifik Seferi adı altında birçok adayı Japon işgalinden kurtaran ABD, gün geçtikçe Japonya’yı kendi ana karasına sıkıştırıyordu.
Bu tarihten önce planlı olarak yapılmayan kamikaze saldırıları, artık son çare olarak planlı bir şekilde yapılmaya başlandı. Bu yöntem, Japonya’nın kalifiye pilotlarını teker teker yitirmesine sebep oldu. Burma’da Britanya, Leyte Körfezi’nde ABD tarafından ağır yenilgiler alan Japonya; aynı şekilde Çin’de adeta bir bataklığa saplandı. 1944 yılında Filipinler’de yaşanan muharebelerde Japonya, telafi edilemeyecek ölçüde zayiat verdi. ABD, Japon ana karasından önce Okinawa Adasına çıkartma harekâtı yaptı. Ana karasına sıkışıp kalan Japonya burayı savunmak için çok direndiyse de sonuç kaçınılmazdı.
Japonya’nın hala teslim olmaması ve Japon ana karasının olası bir işgalinde iki taraftan da muazzam sayıda kayıplar yaşanacağını öngören ABD, Japonya’nın teslim olması için kitle imha silahlarına başvuracaktı. 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, 3 gün sonra da Nagazaki’ye atom bombası attı. 175.000 sivil o anda hayatını kaybetti ve milyonlarcası radyasyonun sebep olduğu hastalıklardan ya hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. 2 Eylül’de Japonya resmi olarak teslim oldu. 1853’te başlayan gelişme-genişleme serüveni acı bir şekilde son buldu.
Yavaş ve emin adımlarla ilerleyen başarılı genişleme politikası ne oldu da aşırı saldırgan bir politikaya dönüşüp Japon İmparatorluğu’nun sonunu getirdi? Buna cevap olarak militarist subayların hayalciliği ve çoğu zaman kendi inisiyatiflerini kullanmaları diyebiliriz. 1945-1952 yılları arasında Müttefikler tarafından denetim altında bulunan Japonya, militarist bir diktatörlükten parlamenter demokrasiye evrildi. Japonya’nın ekonomisi hızlıca toparlandı ve 1970’lerde dünyanın önde gelen ekonomileri arasına girdi. Yaşadığı onca yıkıma rağmen günümüzde dünyanın en büyük 3. ekonomisi olan Japonya, birçok gelişmekte olan ülkeye rol model konumundadır.
Kaynakça:
Donald Sommerville, The Complete Illustrated History of World War II, (70-92), (200-238) Emma Marriott, The History of the World in Bite-Sized Chunks, (138-139), (169-170) Jared Diamond, UPHEAVAL – How Nations Cope with Crisis and Change, (115-155)