2023 yapımı Bill Nighy’ye En İyi Oyuncu Oscar’ı dalında adaylık getiren Living filmi, bir başyapıt olan Ikiru’nun (1952) yeniden çevrimi aslında. Açıkçası bir başyapıtın yeniden çevriminin de başka bir başyapıta dönüşmesi çok nadir rastlanan bir olay, ancak Oliver Hermanus imkansızı başarmış görünüyor.
Filmin konusundan kısaca bahsedecek olursak, zorlu bir 2. Dünya Savaşı’ndan yorgun çıkan İngiltere Londra’sında kıdemli memur olarak görev yapan Bay Williams, başkarakter olarak karşımıza çıkıyor. Ki film hakkında hiçbir fikriniz yoksa, ilk sahneleri izlerken bunu fark etmemeniz çok olası. Bay Williams’ın hayatındaki ve karakterindeki soğukluk seyirciye de geçiyor ve yönetmen bize bu sıradan adamın başına ilginç hiçbir şey gelemeyeceğini düşündürüyor, tıpkı Tolstoy’un Ivan İlyiç’i gibi. Ne zamanki Bay Williams yaklaşık bir ay ömrü kaldığını öğreniyor, o zaman arka kadrajdan çıkıp bize kendini göstermeye başlıyor. Ofiste evrak işlerine gömülen, evde ise yalnız bir hayat süren Williams’ın boş ve anlamsız hayatı, birden koca bir “Nasıl ölmeliyim?” sorusuna dönüşüyor.
Bay Williams önce o dışarıdan bakınca “hayatını yaşıyor” dediğimiz insanlardan yardım istiyor, yaşanmamış bir hayatta ölmemek için. Özellikle genç bir oyun yazarıyla yaşadığı bir gecelik macerasında söylediği “The Rowan Tree” (“Hayat kısadır / Âşık olun bakireler”) şarkısıyla hepimize çaresizliğini, pişmanlığını, yitip gidenlerin arkasından geri kalmışlık hissini yaşatıyor. Ne var ki onlarda aradığını bulamıyor. Hayatına eğlencedense anlam katmak, belki de sarhoşluktan ya da alışkanlıktan değil, mutluluktan gülümsemek istiyor.
Filmin başından itibaren hikâyeye belli noktalarda dahil olan Chester Caddesi’nde Alman bombardımanından kalma hasarlı bir alanın, o caddede yaşayan “hanımlar” tarafından ısrarla çocuk parkı yapılması talebi vardır. Bu talep Bay Williams’ın da önüne gelir ancak 2. Dünya Savaşı sonrası bürokrasi de karman çorman haldedir ve Bay Williams da diğer meslektaşları gibi bu hanımları açıkçası başından savar. Ancak bu çocuk parkı isteğinin aklının hala bir köşesinde olduğunu kendisini ifade ederken yaptığı monoloğundan anlayabiliriz. Bay Williams bu görevde anlam bulur, tüm engelleri, ki sadece dışarıdaki değil egosu başta olmak üzere karakterindeki engelleri de aşarak hayatının bu son ve en önemli projesini tamamlar, imzasını atar. Bu çocuk parkı onun için o kadar önemlidir ki, soğuk karlı bir gecede o parkta şarkı söyleyerek ölmeyi tercih eder Bay Williams.
Cenaze sahnesinin filmin sonunda değil ortasında olması da etkileyiciydi, sahne tam da Bay Williams’ın öleceği gerçeğini kabullendiği ve huzura kavuştuğu anda başlıyor ve sonuna kadar eşzamanlı olarak ilerliyor. Cenaze sahnesinde Bay Williams’ın parktan önceki ve sonraki hayatının arasındaki farkı da daha net görebiliyoruz. Ölüm haberini aldıktan sonra dokunduğu hayatların üzüntüsü çok daha samimi, onun anısı onlar için çok daha değerli. Oğlunun yaşadığı pişmanlık ise aynı zamanda babasının bu son yaşadıklarına ve yaşattıklarına şahit olamamaktan. Ancak Bay Williams’ın var etmeye çalıştığı bu değişimin etkisi, maalesef ki uzun sürmüyor. İş arkadaşlarının birbirine verdiği yeminden sonra tekrar hayat araya giriyor ve bürokrasi tüm soğukluğuyla Londra’da kaldığı yerden devam ediyor. Belki düzen değişmiyor ama Bay Williams’ın anısı ölümünden sonra yaşatılmaya devam ediyor.
Borges “Herhangi bir yaşam, istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun, ‘tek bir an’dan oluşur aslında – kişinin kim olduğunu keşfettiği andan.” demiş. Bay Williams o tek bir anı keşfetmiş ve kaos dolu bir haberi değişime çevirebilmiş biri. Peki sen bir ay ömrün kaldığını öğrensen kalan tüm zamanında o anı arar mıydın?