20. Yüzyılın Eşiğinde Klasik Müzik
1900’lü yılların başlamasından hemen önce, altın çağını 200-250 yıl geride bırakmış olan klasik müzik bir ‘’yeniden doğuş’tan uzak görünüyordu. Kompozisyonlarda Doğu Avrupa etkisinin hissedilmeye henüz başlamadığı yıllarda Geç Romantik Dönem bestecilerinin egemenliği sürmekteydi ve müzik temalar & içerik bakımından tekrara düşüyordu. Bu noktada, Avrupa’nın müziğini kurtarmaya kararlı iki grup insan çıktı ortaya. Birincisi; Shostakovich, Prokofyef, Sibelius, Khachaturian gibi Doğu’dan yükselen besteciler, ikincisi; De Broglie, Heisenberg, Schrödinger gibi atom altı dinamiklerini çözmeye çalışan bilim insanlarıydı. İkinci grubun baş aşağı giden enstrümental müziği kurtarmak üzere olduğundan pek haberi yoktu ancak tarihin bu noktasında notalara verdikleri yenilenme, müzik dünyamızın gidişatını kökünden değiştirdi.
Momentum ve Konum / Nota ve Uyum
26 yaşında Profesör olup 30 yaşında Nobel Fizik Ödülü’yle buluşan Karl Werner Heisenberg, 1927 yılının kışında, Leipzig’te bir çalışma odasında hepimizin aşina olduğu ‘’Belirsizlik İlkesi’’nin tohumlarını atarken şüphesiz ki büyük bir iş yaptığının farkındaydı. Tam olarak ne kadar büyük bir iş yaptığını anlamak için yirmi beş yıl kadar beklemek gerekti zira 1950’li yıllara gelindiğinde klasik müzik bambaşka bir noktaya evrilmişti. Peki bütün bu yeniden doğuş nasıl, ve en önemlisi, neden oldu?
Heisenberg’in ortaya koyduğu gerçeklik özet olarak şuydu: ‘’Atom altı seviyesinde hareket eden bir parçacığın konumu ve momentumu aynı anda bilinemez. Dalgaların küçük kesitleriyle çalışıldığında konum kesinleşir ancak elde momentumu belirlemek için yeterli veri olmaz, büyük kesitlerle çalışıldığında momentum kararı vermek kolaydır ancak dalga geniş bir boşluğa yayıldığından dolayı konumu ile ilgili net yorumlar yapılamaz.’’ Bunu en basit haliyle açıklamak istersek, ‘’Evrenimizi oluşturan parçaların hareketine dair ÇOK AZ ŞEY biliyoruz. Ötesi mümkün değil.’’
Bu buluş, halihazırda Cihan Harpleri ve Büyük Buhran’ın kalıntılarıyla uğraşan 1920’ler dünyası için yıkım niteliğinde oldu. Her şeyin belirsiz olduğunu, durumlar hakkında kesin yorumlar yapılamayacağını ve Tanrı’nın bir nevi ‘’zar attığını’’ düşünen büyük kalabalıklar ortaya çıktı. Bunun sanat üzerindeki en büyük etkisini ise müzikte gördük. Yüz yıllardır takip edilen sanatsal kalıplar yıkıldı, müzik eğitiminde kullanılan asırlık metodlar baştan yazıldı, senfonilerin, konçertoların teması birbirine karıştı ve silikleşti. Atomlar düzeyinde bir kesinlik yokken, müzikte neden uyum olması gibi bir zorunluluk vardı ki? Orta&Geç Romantik Dönem’de oturaklı bir halde, sağlam yapısıyla öne çıkan melodiler ve kompozisyonlar, bu ‘’belirsizlik akını’’ndan sonra karmaşık bir kaos ortamına döndü. Bir daha da asla arkasına bakmadı.
Neler Oldu Mesela?
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşuyla bilim ve sanat alanında bir atılım yaşayan doğu bloku ülkeleri, müzikteki bu uyanışın bayrağını taşıyanlardı. Janacek, Stravinsky, Bartok, Rachmaninoff gibi bestecilerin 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinde imza attıkları parçaları 50 yıl öncesinin parçalarıyla kıyasladığımızda kulakları dolduran bir fark sezmek işten bile değil. Leos Janacek’in ‘’On an Overgrown Path’’ ve ‘’In the Mists’’ prestoları, bu dönemin tanımlayıcı işlerindendir ve tabiri cazise notalar kağıt üzerine ‘’rastgele fırlatılmış’’tır bu bestede. Benzer şekilde Sibelius’un ‘’Karelia Suite’’ini ve Rachmaninoff’un ‘’Prelude in C-Sharp Minor’’ını dinlemiş olanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Düzensizlik içerisinde bir uyum, kaos hakimiyetinde bir durgunluk vardır bu parçalarda.
Fun fact: Rachmaninoff, bir gece bir rüya görür. Rüyasında bir cenazededir, ancak kimin cenazesi olduğunu bilmemektedir. Etrafta yakınlarını, tanıdıklarını, sevdiklerini görür. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken alanın ortasındaki tabutu fark eder ve tabutun içindeki ölüye bakmak için yaklaşır. Tabutun yanına varıp kapağını kaldırdığında içinde bembeyaz bir suratla ölü halde yatan kendi bedenini görür. Rachmaninoff, kendi cenazesindedir. Kabusundan uyanır uyanmaz piyanosunun başına gider ve ’Prelude in C-Sharp Minor’’ı besteler.
Bu örnekler çoğaltılabilir ve her yeni örnek bu tezi kuvvetlendirmekten başka hiçbir şey yapmaz. Heisenberg ve çağdaşlarının yıktığı kesinlik algımız bugün bile yeniden kazanılmış değil. Hayatın her alanında bu belirsizliğin izlerini görmek mümkün. Bu izlerin bu kadar aşikar olmadığı bir zamanda, mesela 60 yıl önce yaşıyor olsaydık, yapmamız gereken şey notalara, melodilere bakmak olmalıydı.
Sanat, önemsiz şeylerin en önemlisidir. Aslında hiçbir katma değeri yoktur ancak sanat üzerinden hayatı, geçmişi ve geleceği yorumlamak mümkündür.