Bulduğu ilk toprak dolu saksıda filizlenmeye başlayan, türü veya ailesi nedir bilemediğimiz o davetsiz minik misafir bitkiciğin de bir hikayesi var; bir yaz günü kanımızı emip sabah kalktığımızda kaşınmamıza sebep olacak sivri sineğin de. Bir dönem ortaya çıkıp bütün insanlığı tehdit eden virüsler, soluduğumuz havanın büyük bir bölümünün üreticileri olan algler; yumurtlayan memeliler, doğuran balıklar… Yaşam ağacının milyonlara bölünmüş dalları… Bütün dalların tutunduğu tek bir kök…
Bizi çevreleyen bütün bu çeşitliliğin ne kadar farkındayız? Görüyoruz, fakat üzerine ne kadar düşünüyoruz? Veya hiç görmüyor, sıradan hayatımızın sıradan parçaları olduğunu düşünerek geçiştiriyor muyuz? Elbette, tüm bu soruları yanıtlamak bir kişiye kalmayacaktır; ancak, “bilmek” adına pek konuşmasam da, hayat dediğimiz olgu kendimizi ve çevremizi tanımamız/tanımlamamız için yeterince önemli bir yere sahiptir.
Hayatın akıl almaz derecelerde bolluğa sahip olduğu açık bir gerçektir, üzerine tartışmak lüzumsuz olacaktır. Bütün bu çeşitliliğin kaynağı ortaya çıkış noktası çok daha ilgi çekicidir ki ne düşünürler, bilim insanları, felsefeciler bu konu üzerine kafa yormuşturlar. Pek çok ideoloji, din, düşünce akımı farklı fikirler ortaya koymuş, inanışlar doğurmuştur. Peki bütün bu düşüncelere rağmen en olası senaryolar nelerdir, daha da önemlisi yaşamın ortaya çıkma olasılıkları nedir?
Yaşamın henüz tam olarak nasıl ortaya çıktığı bilinmemekle beraber hali hazırda devam eden bilimsel bir tartışma konusudur; ortaya çıkması üzerine pek çok düşünce ve laboratuvar deneyleri yapılmıştır. Bu deneylerden belki de en ünlüsü Miller-Urey deneyidir. Stanley Miller ve Harold Urey, olayları birinci şahıstan gözlemleyebilmek adına doğrudan kapalı bir sistem, dışarıdan yalıtılmış hazneler, içerisinde dünyanın olası atmosferinin bir replikasını oluşturdular. Antik Dünya’mızda bolca bulunduğu tahmin edilen, ingilizcede “primordial soup” olarak da bildiğimiz, yaşamdan önce var olan ve yaşamın temel taşlarını oluşturan elementler ile moleküller çorbası bu düzenek içerisine hapsedilmiş ve sıcaklık değişimleri, elektrik akımları geçirmek gibi çeşitli faktörlere tabi tutuldu. Bir haftalık deney sonucunda canlılığın yapıtaşlarından proteinin yapıtaşları olan aminoasitlerin birkaç türü ve pek çok farklı organik materyalin oluştuğu gözlemlendi.
Bir hafta gibi kısa bir sürede yaşam dediğimiz bu koca binanın temelleri atılabildiyse yeterince zaman verildiğinde neler olacağını görebilmek pek keyifli olurdu, tabi temellerin sağlam atılması daha büyük öneme sahip. Üstüne üstlük şöyle bir gerçek bu konuya dahil olmaktadır; yeterince karmaşıklaşmış bir organizmanın inşası evrimsel standartlarda çok daha uzun bir zamana ve çok daha büyük bir şans faktörüne ihtiyaç duyacaktır.
Yaşamın başlangıç tarihi görece dünyanın yeni oluştuğu zamanlara gider, neredeyse 4 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. İnsanoğlu bu kadar uzun bir süreyi kavrayabilmek için evrilmemiştir; sonuçta doğal ortamda ortalama 40-50 yıl yaşam süresine sahip olan Homo Sapiens’in evrenin sırlarını çözmekten daha büyük dertleri olmuştur: mamut avlamak, yırtıcılardan saklanmak, meyve toplamak, çocuk yetiştirmek… Daha yüz yılları düşünürken kafası karışan insanoğlundan milyar yılları düşünmesini ve anlamasını istemek fazladan yük bindirmek olacaktır.
Şans faktörü ise bir diğer meseledir. Yazı tura attığınızda yazı veya tura gelme olasılığı ikide birdir(½), ancak iki yazı tura attığınızda ikisinin de yazı gelme olasılığı(½ . ½ = ¼) birinin yazı gelip birinin tura gelme olasılığına(¼) eşittir. Bir kez yazı veya tura geldikten sonra olasılık sıfırlanır, bir sonraki atış yine ½’ye tabi tutulur. On kez atsanız da, yüz kez atsanız da her seferinde yazı gelme olasılığı ne kadar düşük olacak olsa da vardır; bu demek değildir ki yüz denemenin hepsinde yazı gelmesi bir mucizedir. Bir önceki paragrafta bahsettiğim insanların uzun zaman dilimlerini düşünme gerekliliği olmadığı gibi bu tarz olasılıklar da insanın günlük sıradan hayatında pek kullanılamayacağından insan zihni çok düşük olasılıklara karşılık bulmakta zor- lanacaktır.
Bütün bunlardan varmak istediğim, çok düşük olasılığa sahip bir olayın yeterince zaman verildiğinde gerçekleşecek olmasıdır. İnsan kulağına olanaksız gelebilecek pek çok şey bulunur, ancak matematiksel hesaplaması yapılmadığı takdirde ne kadar olanaksız olup olmadığı bilinemez. İnsana farklı bir bakış açısı kazandıran sonsuz maymun teoremi, küçük olasılıkların ne kadar olası ne kadar olanaksız olduğunu tarif etmenin güzel bir yoludur. Kısaca, sınırlı tuş sayısına sahip bir daktilonun başına oturmuş bir maymunun rastgele ve devamlı olarak tuşlara basmasının neleri doğuracağı tahminini yürütmektedir. Maymuna yeterli süre verilirse yazdıkları arasından Sheakespeare’in bütün eserlerini harfi harfine tutup çekebilirdik.
Büyük patlama, kuarklar, atom altı parçacıklar, hidrojen atomları ve füzyon… Kainat başlangıcından itibaren giderek büyümekte; büyümek mekan açar, soğutur maddeyi; zamanla füzyon yeni elementler oluşturur; yeni elementlerden yeni moleküllere… Evren birçok olasılığın gerçekleşebileceği şartlara, yeterli zaman skalasına sahiptir. Buradaki “maymunumuz” fizik ve kimya kurallarıdır. Bu kurallar, belli bir yolu izlemezler; bir kek tarifinin yönergeleri gibidirler, tarifler değişirse kekler de değişir. Aynı tarifle bile tamamen aynı keki yapmak imkansıza yakındır; ama yapılan o kek, aynısının yapılmasının düşük olasılığını kendinde taşır. Ama birisi kek diye öteki kek değil değildir.
Dünyamız yaşama ev sahibi olarak türünün tek örneği midir? Yerbilimcilere ve gökbilimcilere sorarsak türünün tek örneği olduğunu söylecekler ki haklılardır da. Dünya’yı nadir kılan pek çok özelliği vardır, yaşanabilir olması bunlardan bir tanesidir. Yaşanabilirlik özelliği bir kekin yenilebilirliğine benzer; farklı türlerde kekler vardır ve ana kaideleri yenilebilmektir, ama evren dediğimiz fırında pek çok bozulmuş, yanmış kek de bulunur.
Yaşamın yolları, teoride pek çoktur. Abiyogenez, doğaüstü veya ilahi müdahaleyi göz ardı eden pek çok teoriyi kapsayan genel bir teori olarak tanımlanabilir; tabi sadece Dünya’daki değil genel anlamda yaşamın ortaya çıkışına anlam aramaya çalışır. Yazımın ilk paragrafında saydıklarımın kökenini açığa çıkarma uğraşıdır, abiyogenez. Farklı beyinler tarafından desteklenen, açıkları ve geçerlilikleri üzerinde düşünülen birçok teori bulunmaktadır. Abiyogenez, panspermia, RNA dünya hipotezi, demir-kükürt dünya hipotezi gibi pek çok teori bulunur. Biraz da son zamanlarda Richard Dawkins’in Kör Saatçi kitabında keşfettiğim ve çok ilginç bulduğum Graham Cairns-Smith’in Yaşamın Kökenine Dair 7 İpucu kitabında ilk defa ortaya koyduğu “Kil Teorisi”nden bahsetmek isterim.
Dünya kayaç gezegenlerden bir tanesidir, dolayısıyla bolca kayaya, çamura ve bunların türevlerine ev sahipliği yapar ve bu Dünya tarihinin başlangıcından beri böyle olmuştur. Bu üç materyalin de ortak özelliği, birbirlerinin neden ve sonucu olmakla birlikte, kristalize yapıya sahip olmalarıdır. Lisede kimya derslerinde görmüşsünüzdür; grafit ve elmas, karbon atomlarının farklı kristalizasyon şekillerini takip ederek birbirlerine bağlanmasıyla oluşur. Bazı kil türleri de elektron mikroskobuyla gözlemlendiklerinde genelde birbirini takip eden desenleri izlerler. Desenler bazen hasar görmüş (defolu) olabiliyor ve yerlerine farklı atomlar veya moleküller geçebiliyor. Bu atomlar/moleküller zaten desene uygunluklarını kanıtlamış olacaktırlar ki desen kendilerini büyütme işlemini bu “defoları” doldurmuş atomlarla devam etmek mecburiyetinde kalıyorlar. Kil kütleleri de zamanla büyüyüp büyüyüp bölünerek bir nevi replikasyon temeli oluşturuyorlar.
Bu teorinin kritik noktası da tam burada; oluşan boşlukları dolduran yeni atomlar, kilin karakterini belirliyor. Karakterden kastım; gerek yüzeylere tutunma, gerek suda çözünme, gerek de tozlaşma özellikleridir. İşte bu özelikler doğal seçilimin başlangıç aşamalarıdır. Hızlı tozlaşıp farklı yerlere tohum saçan killer daha çok yayılma fırsatı buluyor diğer killere aman vermiyorlar. Bu esnada kilin taşımış olduğu o moleküller de zamanla karmaşıklaşmış ve basit organik mater-yallerin temelleri atılmış oluyor. Zamanla bu organik materyaller artık ihtiyaçlarının olmadığı kil tabakalarının ihtiyacına duymayacak bir biçime gelirler, bir şahsiyet kazanırlar. Burada “devralma” fikrini görürüz; harçsız bir taş kemeri inşa etmek için önce altına iskelesi kurulur sonra taşlar yerleştirilir. Taşlar birbirlerini destekledikten sonra iskeleler kalkar.
Yaşam sadece Dünya’da vardır denilebilir, bunun istatistiksel olasılığı bulunmaktadır. Ancak karanlığın arkasını göremiyoruz diye ötesinde bir şey olmadığı kabulüne varmak haksızlık olacaktır, o kadar yıldıza süs muamelesi yapmak demektir. Sonuçta canlı barındıran tek gezegen olarak Dünya’nın, evrene kıyasla minik bir toz zerreciği sayılabilecek bu kayanın, başlangıçta inanılmaz özelliklere sahip olmadığı pek olasıdır. Bir Mars, bir Venüs; potansiyel yaşanabilir gezegenler sayılabilecekken neden öyle olmadıkları daha karmaşık istatistiksel faktörlere bağlıdır, yazı tura atmayla kıyaslanamaz. Dünya üzerindeki hayat; bu günlere, bu bolluğa yetişmek için çok yol katetmiş. Yolun bir tane olduğu belli, fakat hangisi olduğuysa yaratıcılığımızla sınırlıdır.
Referanslar
Bowler, P. J. (1989). Evolution: The History of an Idea. Univ of California Press.
Cairns-Smith, A. G. (1990). Seven Clues to the Origin of Life: A Scientific Detective Story. Cambridge University Press.
Dawkins, R. (2015). The Blind Watchmaker: Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe without Design. W. W. Norton & Company.
Kloprogge, J. T., & Hartman, H. (2022). Clays and the Origin of Life: The Experiments. Life, 12(2), 259. https://doi.org/10.3390/life12020259
Miller, S. L. (1953). A Production of Amino Acids Under Possible Primitive Earth Conditions. Science, 117(3046), 528–529. https://doi.org/10.1126/science.117.3046.528
Schulman, R., & Winfree, E. (2010). Simple Evolution of Complex Crystal Species. Lecture Notes in Computer Science, 147–161. https://doi.org/10.1007/978-3-642-18305-8_14